Güneş, Tehlikeli Dost - Prof. Dr. Ertuğrul Aydemir

Yaklaşan yazla birlikte güneş, sıcak ve aydınlık yüzünü ufak ufak gösterirken tatil içgüdülerimizi de uyandırmaya başladı.  Son 50-60 yıldır tatil kavramı güneş, deniz ve bronz ten kavramıyla özdeş hale gelmiş ve bu yanık ten bir prestij özellik olarak toplumsal yargılar arasında yerini almıştır. Oysa 1950 yılı öncesinde beyaz ten asaletin, yanık ten de köylü ve amelelerin sembolüydü.

Yüz ve el sırtları yanığı çiftçilerin, yüz ve kol alt kısımları veya atletin dışında kalan kısımların yanığı amele yanığı, yüz ve sol kol yanığı ise şoför yanığı olarak adlandırılırdı. Son 30 yıldır da güneşin bazı bilinen zararlı etkileri daha kesinlik kazanırken, bazı bilinmeyen etkileri de ortaya çıkmıştır.

Başta deri kanserleri olmak üzere bu olumsuz etkilerin netleşmesi, güneşten korunma kavramlarının da gündeme gelmesine neden olmuş ve olay ciddi bir toplumsal boyut kazanarak, önemli bir koruyucu hekimlik sorunu haline gelmiştir.

Bir “Aslan Burcu” üyesi olarak güneş hakkında olumsuz şeyler yazmak yüreğimi sızlatsa da görev bilincim ve insanlığa yardım dürtülerim bu görevi yapmamı zorunlu kılıyor.  Güneşten gelen ışınların niteliklerini ve olumlu veya olumsuz etkilerini bilirsek konunun önemini daha iyi kavrayabilir kendimizi de daha iyi koruyabiliriz.

Yıllar boyu güneş hep sağlık ve moral kaynağı olarak tanımlanmış, gündüzün, aydınlık ve sıcaklığın, güzel ve olumlu duyguların simgesi olmuş, yıllarca gözümüz hep güneşin olumlu etkilerini görmüştür. Bunların daha da ötesinde erişilmez gücü nedeniyle Tanrı katına konup, adına göklere uzanan tapınaklar yapılan, kurbanlar verilen güneş, zamanla gözden düşmeye başlamıştır.

Dünyanın ışık ve enerji kaynağı olması, bitkilerde fotosentezi sağlaması (Bu özellikten yararlanmak için gelecekte genetik düzeltmelerle klorofilli bir insan nesli ortaya çıkarsa beslenme sorunu ortadan kalkabilir, fakat yeşil deri rengine uyum sanıyorum biraz zor olacaktır), D vitaminin sentezine yardımcı olması ve buna bağlı kemik hastalıklarını önlemesi, mikrop öldürücü özellikleri ve sedef hastalığı gibi bazı deri hastalıklarına iyi gelmesi olumlu etkileridir.

Zamanla bu olumlu etkiler giderek abartılmış ve yazın iyi güneşlenenlerin kışın hastalanmadıkları veya az hastalandıkları, romatizmalarını uzun süre iyi ettiği, derinin daha sağlam, güçlü olduğu düşünceleri hâkim olmaya başlamıştır. Güneş görmedik, güneş sağlığından nasibini almadık yerleri kalmasın diye “Güneş Dostları” kulüpleri ve bunlar için nüdist kampları açılmıştır.

Bu düşünceler bir ara o kadar abartılmıştır ki güneşle biz doktorlar arasında rekabet ortamı yaratılmış ve meslektaşlarımız güneşin girdiği yerlere alınmamaya başlanmıştır.  “Güneş giren yere doktor giremez” sözcükleri ilkokul kitaplarımızdan beri kafamıza yerleştirilmiştir.

Oysa derideki D vitamini sentezine katkısı, sıcak yüzüyle ve verdiği bronz tenin güzelliğiyle moral etkisi dışında vücudumuz ve özellikle de derimiz üzerinde doğrudan yararlı etkisi yoktur. D vitamini sentezi için ise akşam üzeri yarım saatlik bir güneş etkisi yeterlidir.

Yeryüzüne ulaşan güneş ışınları içerisinde dalga boylarına göre değişen etkileriyle farklı ışınlar vardır.  Biz güneşin görünür ışınlarını tanırız, bunlar bize aydınlanmamızı sağlarlar ve gelen ışınların yarısına yakın bir kısmını oluştururlar.  Yeryüzüne ulaşan ışınların yarısına yakını da kızıl ötesi ışınlardır ve bunlar da ısı yayarlar.

Göremediğimiz bölümler içerisinde deri üzerinde en önemli etkileri yapan kısım ise “mor ötesi=ultraviyole” ışınlarıdır ki bunlar yeryüzüne ulaşan ışınların % 5 kadarını oluşturur.  UV ışınları dalga boyu uzunluğuna göre UVA, UVB ve UVC olarak üç kısma ayrılmışlardır.  Bunlardan UVC ozon tabakası tarafından tutularak atmosferde kalır ve yeryüzüne ulaşamaz (Eğer biz “Ozonu” delen itici gazları kullanmaya devam edersek bundan sonra zor tutulur).

Uzun yıllar güneşin zararlı etkilerinin özellikle UVB’ye bağlı olduğu düşünülmekteydi.  Fakat son zamanlarda UVA’nın da UVB ile aynı etkilere sahip olduğu fakat aralarında şiddet farkı olduğu görülmüştür.  UVB, UVA’dan 600-1000 kat kadar güçlü etkiye sahiptir.  Buna karşılık yeryüzüne ulaşan  ışınlar arasında UVA, UVB’den 20 kat kadar daha fazladır.

UVB pencere camından geçemezken, UVA geçer, ayrıca deride UVB daha yüzeyde tutulur ve yansırken, UVA daha derinlere inebilir.  Yüksek dozlarda UVA da zararlı etkilerini gösterebilir.  Genellikle sık düşülen bir yanılgı bulutlu havalarda zarar görülmeyeceği veya gölgede ışın etkilerinden korunulabileceği şeklindedir.

Bulutlar ve gölgeler UV’nin ancak % 40-50’sini keserler, buna karşılık rahatsız edici olan görünür ışık ve kızıl ötesi ışınları tuttukları için yanma hissi duymayan insanlar, daha çok UV alarak daha çok hasar görebilirler.  Gölgeler de emniyetli değildir, UV ışınları doğrudan deriye ulaştıkları gibi çevreden yansıyarak da ulaşabilir.

Kardan % 95, kum ve betondan % 20-25, sudan % 5 yansıma vardır.  Ayrıca UV ışınları suyun içine de 2m derinliğe kadar girebilir, yani suyun içi de emniyetli değildir.  Toz, duman, sis gibi havada asılı parçacıklar UV’yi tutarlar, bu nedenle bu parçacıkların az olduğu yüksek yerlerde, deniz kıyısı gibi alanlarda UV daha etkili olarak gelir.

Günün değişik saatlerinde UV şiddeti farklıdır.  Güneş ışığının en dik olduğu saatler öğlen saatleridir.  Öğlen güneşin en dik olduğu saatin iki saat öncesi ve sonrası günlük UV(özellikle UVB)  miktarının üçte ikisinin yeryüzüne indiği saatlerdir ve en tehlikeli saatler kabul edilir.  Bu saatler coğrafi bölgelere ve mevsimlere göre değişebilmekle birlikte ülkemiz için saat 11_-15_ arası kabul edilebilir.

Ekvatorda en yoğun, kutuplarda en zayıf olan güneş ışınları, orta kuşaklarda mevsimsel değişiklikler gösterir ki ülkemiz bu kuşağın içindedir.  Yani yazları yoğun güneş alırken, kışları bu tehlikeden oldukça uzak kalmaktayız.  Geniş bir alana sahip ülkemizde ayrıca coğrafi bölgelere göre de değişiklikler gösterir.

Güney bölgelerimiz yoğun güneş alırken kuzeye gidildikçe etki azalır.  Bunun yanı sıra yükseklik de çok önemli bir faktör olup, UV etkinliği yükseklere çıkıldıkça her 300 m.de % 4 artar (Kar gözlüğüyle korunmuş göz çevresinin beyazlığının yarattığı şaşkın ifadeli, kırmızı, esmer, yanık yüzler dağ ve kayak tatilinin kanıtıdır).  Bizim için bunun anlamı yüksek bölgelerimizde de UV ışınlarının etkisinin arttığı ve bulunduğu enleme göre, deniz seviyesindekinden çok daha yüksek değerlere sahip olduğudur.

Deriye ulaşan UV’nin şiddeti tüm bu saydığımız etkenlerin yanı sıra güneşte kalınan süreyle ve kişisel özelliklerle de ilgili olarak değişir.  Açık tenli kişiler, gerçek sarışınlar ve kızıllar güneş ışığına daha duyarlıdır.  Örneğin ortaya çıkışları çok büyük ölçüde UV’ye bağlı olan deri kanserleri beyaz ırkta, siyahlara göre 15 kat fazla görülür.

Her ne kadar son yıllarda yeşil sahalarda, spor salonlarında ve hatta ulusal takımlarımızda dahi siyah vatandaşlarımızın sayısı artsa da toplum olarak beyaz ırk grubunda yani, deri kanseri için duyarlı grupta yer almaktayız.

UV ışınları deriye geldiklerinde bir kısmı yansır, bir kısmı emilir ve başta deriye renk veren madde olan “Melanin” olmak üzere özel maddeler tarafından tutulur ve zarar önlenmeye çalışılır.

UVB’ye karşı iyi etkili olan koyu deri renginin, UVA’ya karşı aynı başarıyla koruyuculuk yapamadığı ve deri özellikle deri yaşlanmasında etkili olduğu gösterilmiştir.  Özel moleküller tarafından tutulan ışınlar da buralarda doğrudan veya dolaylı doku yıkımına neden olurlar.

Normal koşullarda bu yıkım doku onarım mekanizmaları tarafından onarılabilirken, ışınlar yüksek dozlarda ve sürekli geldiği zaman onarım kapasitesi yetmez ve yıkım kalıcı olur.  Hem hücre yapıları bozularak “mutasyon” dediğimiz bozuk hücre yapımı ortaya çıkar ki bunlar deri kanserlerinin çekirdekleri sayılabilir, hem de vücudun savunma sistemi bu ışınlardan etkilenerek zarar görür, görevini yeterli derecede yapamaz ve kanser gelişimini kolaylaştırır.

UV’nin deri üzerindeki etkileri ortaya çıkış zamanlarına göre akut (ani gelişen) ve kronik (yıllar içinde gelişen) değişiklikler olmak üzere ikiye ayrılır:

Akut Değişiklikler: Bunların en iyi bilineni ve en sık görüleni güneş yanıklarıdır.  Benim çocukluğumda yaz tatiline çıkanların bir kere güneş yanığı geçirmeleri değişmez kural gibiydi.

Kıpkırmızı ve su toplamış vücutlarla, ağrı, yanma ve sızılar içerisinde gelinen evde buzlar konur, yoğurt ve daha sonraları moda olan diş macunları sürülür, üç gün sonra kırmızı, kahverengi, beyazımsı alanlarla harita görünüşlü soyuluk bir deriyle güneş altına koşulurdu.  Bu konu kırmızı renginden dolayı istakoz benzetmeleriyle gazete, magazin karikatürlerine çok iyi malzeme oluştururdu.

Kızarma ve diğer belirtiler UV ile değinmeden 4-6 saat sonra ortaya çıkar, 24 saatte en üst noktasına ulaşır ve 3-4 gün sonra da gerilerler.  Kızarıklık ve şişlere bazen irili ufaklı su kabarcıkları da eşlik eder, hatta bazen ateş, bulantı, baş ağrısı gibi belirtiler de eşlik edebilir.

Bu değişiklikler UV’nin hücrelerde yaptığı ani yıkım sonucu ortaya çıkan maddelere ve bunların oluşturduğu iltihabi olaylara bağlıdır.  Bunun yanı sıra esmerleşme de başlar.  Erken esmerleşme çok erken ortaya çıkıp, aynı gün içinde geriler.

Esmerleşme bizim rengimiz bronzlaşıp, havamız iyi olsun keyfimiz yerine gelsin diye gelişen bir olay değildir, organizma daha fazla hasar görmeyi engellemek için renk hücrelerinin çalışmasını ve sayısını arttırarak, deriyi biraz kalınlaştırarak daha fazla hasar görmesini önlemeye çalışmaktadır (geç esmerleşme).

Eğer kızarıp soyulmadan yanmayı becerebilirsek, bu esmerlik birkaç hafta sürecektir.  Güneşten koruyucu ürünlerin ilk çıkışları da temel olarak ağrısız, acısız ve uzun kalan bir esmerleşme sağlamak amacına yönelik olup, bugünkü gibi gerçek anlamda bir koruma kavramı söz konusu değildi.  Ayrıca bağışıklık sistemi üzerinde de geçici de olsa baskılayıcı etkiler başlar.

Kronik Etkiler: Bunlar güneş hasarının yıllar içinde birikimine bağlı olarak ve alınan toplam UV dozunun şiddetine koşut oranda artarak gelişir.  Bunlardan en iyi bilineni deri yaşlanmasıdır.  Oluşan yıkımlar sonucu, deride kuruluk, incelme, kırışma, lekelenme, gevşeme ve damarlarda genişlemeler ortaya çıkar.

Bunun için uzun ayrıntılı tanımlamalara çok gerek yok, kırsal kesimden tarlada uzun yıllar çalışmış kırk yaşın üzerinde herhangi bir vatandaşımızın yüzünde bunları görebiliriz.   Bu oluşumda UVB ve UVA her ikisi de değişik şekil ve derecelerde etkilidirler.

İkinci ve en önemli yan etki ise deri kanserleri olup, bunların oluşumundan başta söz etmiştik.   Deri kanserlerinin gelişiminde genetik faktörleri ayrı tutarsak en önemli etken % 90’ın üzerinde etkiyle güneş ışıkları yani UVB ve UVA’dır.

Ülkemizde deri kanseri sıklığı hakkında, diğer pek çok hastalıkta olduğu gibi çok sağlam veriler olmadığı için kesin bir şey söylemek mümkün değildir.  Üstelik en sık görüldüğünü söylediğimiz kırsal kesimde gerek olanaksızlıklar ve gerekse de sağlık konusundaki genel ihmalciliğimiz nedeniyle, ağrı, sızı da yapmayan bu belirtiler yıllarca doktora gitmeden, “Bir yara işte” söylemiyle taşınmakta, bazen ölüm nedeni de olabilmektedir.

Toplam doz tüm deri kanserlerinin gelişiminde çok önemliyken, ani ve yüksek doz UV de çok etkilidir, özellikle de en tehlikeli çeşit olan “Malin Melanoma” için, her güneş yanığı tehlikeyi biraz daha arttırır.  Bu nedenle MM 20-50 yaş hastalığıdır.  Çocukluk yaşlarında (On yaşın altı) alınan UV, yaşanan güneş yanıkları, tehlike boyutunu kat kat arttırır (yaşam boyunca aldığımız toplam dozun yarısını ilk 20 yaşta alırız).

Yapılması gereken, öncelikle kanser gelişmeden, daha önemlisi de güzel hanımların yüzleri kırışmadan (Hiç abartmıyorum, hanımlar tarafından bu, daha somut bir tehlike olarak algılanmakta) erken önlemler alınarak olayların gidişini durdurmaktır.  Güneş hasarından korunmanın en iyi yolu, güneşli günler, aylar ve yıllarda dışarı çıkmamak ve bina içinde kalmak, hatta perdeleri de kapatmaktır (UVA camdan geçer).  Bu yol garantili koruma sağlamaktaysa da pratik geçerliliği yoktur.

Güneş altında geçen saatler kısıtlanabilir.  UV’nin en dik olduğu ve 2/3’ünün yeryüzüne indiği 11_ ve 15_ saatleri arasında güneşte kalınmaması çok önemlidir, bunu tatilcilere uygulayabilirsek de çalışanlar için bu da çok pratik bir öneri değildir.

Gün ışığı altında en iyi koruyucu giyimdir ve deri kanserlerinin yüzde doksanından fazlası yüzde, yani giyimsiz alanımızda görülür, deri kırışması ve yıpranması da hep yüzde ve el sırtlarında görülür.  Bu bölgelerin korunması için eldiven, peçe, şemsiye gibi aksesuarlar, gölgede kalmak, gölgede çalışmak da önerilebilirse de gölgeler ancak % 50 oranında koruyucudur.

Giysilerin koruyucu özellikleri dokuma sıklıklarına, kalınlıklarına, ıslak veya kuru olduklarına göre değişir.  Sık dokulu (transparan sahne kıyafeti gibi olmamalı), kuru ve sanılanın aksine koyu renkli giysiler (açık renk sıcaktan korur) daha iyi korur.

Günlük aktiviteyi aksatmayan modern, uygar koruyucular “Günperdesi=Sunscreen” adı verilen krem veya losyonlardır.  Bunların hem UVB ve hem de UVA’ya karşı koruyucu olanları yeğlenmelidir.  Açıkta kalan alanlara tam olarak özenle ve güneş altına çıkılmadan 20-30 dakika önce sürülmesi, dört saatte bir (denizde, plajda iki saatte bir) yinelenmesi koruyuculuğu etkin kılar.

UVB’ye göre belirlenen koruma güçleri 1-50 faktör arası değişir, fakat normal sağlıklı bir deri için 15-25 arası koruma faktörü (SPF= Güneşten koruma faktörü) yeterlidir, gerçek bir koruma için SPF 15’in altına inmemelidir.   UVA koruyucuları daha sonra gelişmiş ve kuralları daha geç oturmuştur.  Fakat korumanın tamamlayıcısı olmuş ve etkinliği arttırmışlardır.  Özellikle yaşlanma ve bağışıklık sisteminin baskılanması üzerindeki etkiler çok artmıştır.

Sonuç olarak güneşin moral veren, depresyondan koruyan güler yüzünden yararlanalım, provitamin D’mizi vitamin D’ye çevirttirelim, fakat dostumuzu iyi tanıyıp, gelecek tehlikelerden de korunalım.   Bu korunmayı özellikle çocuklarımızda erken yaşlarda başlatmaya da çok özen göstermeliyiz.   Bedelsiz ve zararsız bronzlaşma ise mutlak mutluluk gibi bir ham hayaldir, her bronzlaşma, her güneş yanığı bir miktar hasar bırakır.

Bol güneşli, depresyonsuz ve deri kansersiz günler dilerim.